25 Nisan 2014 Cuma

'Moda adına hala büyük şeyler yapılmıyor'



Ünlü blogger Koray Caner Öztürk ile mesleğini ve Türkiye'deki modayı konuştuk.




Eğitiminizi ne üzerine aldınız? Serüveniniz nasıl başladı?

2009 yılında ODTU Endüstri Mühendisliğinden mezun oldum. Mezun olduğumda o işi yapmayacağımı biliyordum. O yüzden ona alternatif olarak yapabileceğim ne olur diye düşünüyordum. O zamanlarda da reklam tarafına ilgim olduğunu düşündüm. Kısa sürelik reklamcılık kursuna gittim. Temel şeyleri öğrenmek nedir ne değildir diye anlamak için. Sonra işin daha yaratıcı kısmı ilgimi çektiği için burada bir şey yapar mıyım diye düşünüyorum. Bu arada da boşken blog yazmaya başladım. Tam anlamıyla sıkıntıdan yazıyordum. Evde otururken yapacak bir şey yoktu. Ankara’da okudum ama ailem Karamürsel’deydi. Orası küçük bir yer. Yapacak hiçbir şeyim olmadığı için internete sarmak zorunda kaldım. Önce günlük gibi başladı. İşte bugün şunu izledim. Pazara alışverişe gittim. Yemek yaptım gibi şeyler yazıyordum. Zaman içinde paylaşmak istediğim konuların daha çok modayla, life style ile ilgili şeyler olduğunu anladım. Sonra yönünü o konulara çevirdim. Arada kaçamak oluyordu tabii. Konser, etkinlik ya da bir yerde yemek olunca onları da yazıyordum. Benim hayatım artı moda yazıları gibi bir şey oldu. Blog iş yapamaya başladıktan sonra da blogla ilgili yaptığım projeler yer almaya başladı.
Sosyal medya kanallarında yaşıyorum diyebilirim. Bir yere gidiyorum orada check-in yapıyorum. Facebook’a fotoğraf koyuyorum. Birkaç Tweet atıyorum. Instagram, Google Plus hepsini kullanıyorum. Sonra onlardan bir şeyler toparlayıp blogu yazıyorum. 4 yılı geçti. Dünyadaki birkaç ünlü moda markasıyla çalışma şansım oldu. Burberry, Giorgio Armani, Dolce & Gabbana. Hatta ilk Dolce & Gabbana ile çalışmıştım. Türkiye’de kimseyle iletişim kuramazken, onlar beni bir şekilde bulup, arayıp blogla ilgili proje yapmak istemişlerdi. Son iki senedir de Mercedes-Benz Fashion Week İstanbul ile çalışıyoruz. İki sezondur birlikte proje yapıyoruz. Tasarımcılarla röportaj yapıyorum. Bir sene Harpers Bazaar ile çalıştım. Yabancı tasarımcılar, ‘It girl’, sektörden insanlarla röportajlar yaptım. Bir yandan da OXOX The Mag’e yazılar yazıyordum. Hala daha bazı dergilere yazılar yazıyorum ama freelance olarak çalışıyorum. Bir yandan da iki yıldır sosyal medya ajansında yöneticiyim. Digital pazarlama kısmındayım.

Bu iş nasıl yürüyor?

Galiba bugüne kadar ben hiçbir şey yapmadım. Onlar beni buluyor. Dolce & Gabbana beni bulmuştu mesela. Sonuçta bütün bu markalar globalde ‘Kimle çalışmalıyım?’ ‘Basında kimle olmalıyım?’ diye onlar arayıp buluyor. Ben de marka tarafına geçince anladım. Bakıyorum ‘Aa ben bununla çalışayım’ diyorum. Pek çok markamda proje teklifleri onlardan bana gelmiştir. Ful hazır olan paketler gelmez. Ellerinde bir şey olur ben onlara opsiyon atarım. Şöyle bir çekim yapabiliriz. Şöyle bir kampanya yürütebiliriz. Şu kadar sürer. Beğendiklerini uygun gördüklerini geliştiririz. Defile tarafında da, eski adıyla daha İstanbul Fashion Week’e davet edilmezken Amerika’dan İngiltere’den davetiyeler alıyordum. Tabii onlarda digital daha çok geliştiği için her şeyin farkındalar. Ben burada İstanbul için daha davetiye sorarken yurtdışından davetiyeler geliyordu. Mercedes’e bir tek ben gittim. Bir şeyler yapmak isterim diye. Konuştuk anlaştık. İlk sezon güzel olunca ikinci sezon onlar tekrar istediler.  Yaptığım işler görülünce bir şey ispatlamam da gerekmiyor. O yüzden ben gitmiyorum onlar geliyor.

Her gelen işi kabul ediyor musunuz?

Her işi almıyorum. Gelen her markayla çalışmıyorum. Yaptığım projeden daha fazlasını ret etmiş olabilirim. Sonuçta ben ve adım bir marka. Herkesin adı bir markadır. Benim markamla onun markasının yan yana gelmesini istemeyebiliyorum ya da bana nasıl bir fayda sağlayacağı gibi şeyleri düşünüyorum. Çok farklı skalada markayla iş yaptım. Sadece premium markalarla çalışayım diye bir şey yok.  Sonuçta bizi takip eden insanlarda her şeyi alabilecek insanlar değil. Her seviyede yerine geçebilecek şeyler de istiyorlar. Prada defilesi izliyorum. Oradaki çantayı alamayacaksa benzeri olabilecek o sezonun modasını yansıtabilecek alternatifini bulmak gerekiyor. Önemli olan benim markayı sevmem. Markayı ben hiç kullanamadıysam, ilk defa görüyorsam insanlara bunu tavsiye edemem. Bunu diyebilmem için bilmem kullanmam lazım. Biz çok fazla proje yaptığımız için reklam deniyor. Güvenilir kalmak önemli. Beni uzun süredir takip edenler biliyor kabul ediyor. Mesela Mercedes ile proje yaptığımda, tasarımcılarla röportaj yaptım. Yeni bir şey sunuyorum. Bunu yaparken röportajı arabanın içinde yapıyorum. Arabayla kombinliyorum. Uzun süredir takip edenler ‘Aa yine ne güzel bir şey yapmış’ diye düşünürken, yeni takip etmeye başlayanlar hemen altına ‘reklam’ yazıyorlar. Para teklif ediliyor, bir artı sunuluyor diye her işe girmiyorum.




Türkiye’de modayı nasıl değerlendiriyorsun?

Moda sektörü bizim bildiğimizin çok dışında 
büyüyen bir şey. Gazetelerin magazin ekine çıkan iki tane kızken aslında arkada çok büyük bir sektör var. Tekstil tarafı çok büyük. Bizim bilmediğimiz bir dünya şey var. Bu sezon 30 küsur tane defile vardı. İnsanlar gelip gidiyor, konuşuluyor. Hareket var diyorsun belki kendince ama tasarım özelliği olan kaliteli kumaş kullanan bundan iki sene sonra hatırlayacağın çok az defile oluyor. Diğer 30 tanesi ne yapıyor İstanbul’da ya da biz izlemek için zorlanırken ne yapıyoruz. Tabii gelişme var. Bu biraz digital’in gelişmesiyle de alakalı. Her şeyi çok kolay bulabiliyorsun. Bundan 10 sene önce modacı olsan bir yerden bir şeyi kopyalayıp yapsan kimse görmediği için 1 numara olacaktın. Şu an böyle bir şey yapınca hemen benzerini bulup oradan kopyalamış diyebiliyoruz. Bir de her şey çok çabuk eskiyor. Önümüzdeki kışın ürününü biz mart ayında görüyoruz. Defile gazetelere çıktı. Televizyonda izledin. Bloga yazdın. Mart sonu olmadan biz onu ezberledik bitti. Kış geldiğinde aynı şeyleri görmek bizi heyecanlandırmıyor.

 Türkiye’de de genç arkadaşlar heyecanlılar bir sürü şey yapıyorlar. Başarılı birkaç isim de var ama ben hala gidecek çok fazla yolları var. Bu dışarıdan belli oluyor. Uzun yıllardır Türkiye’de moda tasarımının içinde, Osmanlı motifleri koyalım. Türk tasarımları olsun. Ay yıldızlı yapalım. Etnik bir şeyler koyan tasarımcılar vardı. Bunu iyi yapan var kötü yapan var. Hatice Gökçe mesela bu işin erkek tarafını çok iyi yapıyor. Çünkü bunun tarihini okuyor, kitaplarını okuyor, akademik olarak inceliyor. Saatlerini harcıyor. Oradan bir şeyler yakalıyor ve onu tasarımına yansıtıyor. Görünce diyorsun ki bu etnik dokunuşları olan Türk tasarımcı. Dolce & Gabbana son iki sezondur tamamen Sicilya konuşuyor. Erkek tarafında özellikle pantolonlarda t-shirtlerin kol boyları üzerindeki baskılar dokunuşları görebiliyorsunuz. Bunu çekinmeden rahat rahat herkes giyebiliyor. Bizde öyle olmuyor. Şehirlilik kısmına geçerken çok da bırakmadık bir şeyleri arkada. Aynısını giydiğin zaman bizde öyle algılanmıyor. Gerçekten öyle giyinen insanlar var. Aynı otobüse biniyorsun. Bir yerde yanında oturuyor. Şimdi o adam moda olduğu için mi yapıyor gerçek hayatı öyle olduğu için mi öyle yapıyor. Bizde o ayrım olamıyor. Tasarımın kumaş kalitesinden fark eder iş. Dolce t-shirt’ünün kalitesiyle, dikişinin kalitesiyle gerçekten onu giymiş bir damın pantolonunun kalitesi aynı değil. Kumaşın kalitesinden dikişinden bu bunun normal kıyafeti dersin. Ama moda için giyen birini gördüğünde fitinden kesiminden duruşundan anlarsın. Birinin çok daha pahalı olduğu ve moda için yapıldığı belli oluyor. Türkiye’de yaşıyoruz hala moda adına çok büyük şeyler olduğunu düşünmüyorum. Güzel uygulamalar da var tabii. Hatice Gökçe dediğim gibi bu işi iyi yapıyor. Ben ondan bir aba almıştım. O kadar kalın değil örgü bir şey. Ben onu yurt dışında defilelerde giydiğimde çok dikkat çekiyor ve inanılmaz fotoğraf çekiyorlar. Fit ve keskin çizgileri var belki onlar da görünce ‘Aa bak Türk diyorlardır. Hatice’nin dışında bence burada yerel tasarım yapanların dokunuşları daha güzel. Çukurcuma’da Civan var. Sadece erkek çalışıyorlar. Eski kumaşlardan kendi stillerine göre küçük dokunuşlar yapıyorlar. Biraz öyle şeyler yapmak lazım. Anadolu’da erkeklerimiz kasket takıyor biz de onu yapalım demekle olmuyor. İyi yapabiliyorsanız o başka tabii.




23 Nisan 2014 Çarşamba

Feminen mi? Kültürel mi?


   İnsanları dış görünüşlerine göre yargılamak oldukça kolaydır. Giydiği kıyafetin renginden, taktığı aksesuarın modeline kadar ter türlü kıyafetinden kişileri etiketleyebiliriz. Bunların en bilinenlerinden biri de şalvar üzerine dönen diyologlardır.
  Şalvar giyen biri görüldüğünde 'Köyden mi geldin?' -Sanki köyden gelmek kötü bir şeymiş gibi.- 'O ne öyle? Üzerinde çok kötü durmuş' şalvarı sevdiği için giyenler bunlar gibi cümlelerle bundan bir kaç yıl önce çok fazla karşılaşıyorlardı. Ancak, şalvarın ünlü moda markaları tarafından koleksiyonlarında kullanılması şalvarı bir anda insanların gözünde sevimli kıldı. Ne de olsa artık moda olmuştu ve giyilebilirdi. Gerekirse tonla para verilip tasarım şalvarlar alınacaktı. Erkekler açısından ise durum şöyleydi: Eğer şehirde yaşıyorsan ve 'feminen' değilsen şalvar giymemelisin. Çünkü şalvarı ya 'feminenler' giyer ya da köy ağaları.
 Değişen moda akımları ve görüşlerden sonra gençlerin şalvara nasıl baktığını anlamak için 'Şalvar giyer misiniz?' sorusunu yönelttim. Cevapları aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz.









17 Nisan 2014 Perşembe

‘Koloniler halinde gezip kolilerle beslenen canlılar’






Adınız?

Nihat Şabanoğlu

Nasıl başladınız?

Biz Antakyalılar olarak yemek konusunda çok milliyetçi insanlarız. Mesela ben yıllardır İstanbul’dayım kasaptan et almışlığım bir ya da iki defadır. O da çok zorunda kaldığım içindir. Koliler gelir bize Antakya’dan. Hatta Antakyalılar için ‘Koloniler halinde gezip kolilerle beslenen canlılar’ derler. Koli beklemekten sıkıldığımız için getirtmek yerine usta getirelim dedik. Yemeği burada yapalım hem kendimiz yiyelim hem de insanlarla paylaşalım dedik. Fikir böyle çıktı güzel de oldu. İyi de gidiyor.

Etler de Hatay’dan mı geliyor? 

Hepsi Hatay’dan geliyor. Sonuçta biz de buradan yiyoruz.


İlk başta nasıldı? Şu an nasıl?

Üç ay kadar tadilatımız sürdü. Burayı ilk açtığımızda saat 11.30 12.00 çekiç çivi falan biz hala uğraşıyorduk. Kafamızda ilk başlarda iki üç masa gelir. Sonra artar diye düşünüyorduk. Saat 12 bir şey yok 12.10 yine hareket yok saat 12:20 oldu içeride yer yoktu. Elimizde çekiçle kala kaldık. Antakya mutfağının lezzetli olduğunu herkes biliyor ama içeriğinde ne var kimse bilmiyor. Gelen herkes ne yiyelim diye geliyor. Tattıkça daha çok hoşuna gidiyor. Farklı şeyler tatmaya geliyor. Liste tutup gelenler var. Biz şunu yemiştik şimdi bunu yiyeceğiz şeklinde.
6 aylık bir sürede çok ünlü olan iki dergide çıktık. Televizyonlar röportaja geliyor. Memnunuz. Lokasyonun çok büyük avantajı var. Bir de malzemeden kaçmadığınızda ya da lezzetlerden kaçmadığınızda oluyor. Ustalarımız ve malzemelerimiz Hatay’da geliyor. Ustalarımıza ev tuttuk burada. Müşterilerinizin fark edemediği küçük ayrıntılarda kolaya ve ucuza kaçmadığınızda bu işte kazanıyorsunuz.

Hatay mutfağından biraz bahseder misiniz?

Hatay mutfağı et üzerine kuruludur.  Bizde şöyle bir laf vardır ‘Ahırdan babam çıksa yerim.’
Kırmızı etçiyiz. Et ve baharatlar çok kullanılır ama ağır yemekler değildir. İçinde üç kültür var. Fransız, Türk ve Arap kültürü vardır. Bu Antakya’nın kendisinde de vardır. Büyükler Fransızca bilirler. Tek başına cumhuriyet olduğu zaman var. Çok etnik bir yerdir.  İçinde farklı dinler ve diller barındırıyor. İster istemez farklı kültürler oluyor. Hepsinin ortak birleşiminden çıkan ağırlıkla Lübnan Fransız ve Türk mutfağının olduğu lezzet diyarı diyebileceğim bir yer. Herkesin elinde mi lezzet olur dersin evet herkesin elinde lezzet vardır.

İkinci bir şube açmayı düşünüyor musunuz?

Bizden şube isteyen üç dört kişi oldu ama şu an bunun için bir alt yapımız yok. Sadece isim hakkını satmakla da kendi kuyumuzu kazacağımızı düşünüyorum. O alt yapıyı kurduktan sonra olabilir. Öncelikle burayı iyice oturtmamız lazım.

Evde yemekleri kim yapıyor?

Evde yemekleri eşim yapıyor. Güzel de yemek yapar. O da artık fahri Antakyalı oldu. İlk başlarda ot yiyorduk ama sonradan ete döndük. Zaten burayı açtıktan sonra evde artık yemek yemiyoruz. 






10 Nisan 2014 Perşembe

Ne alırdınız?

  İşten ya da okuldan geldiğimizde evde yemek yoksa -ki öğrenciyseniz çoğu kez yemek yoktur- eliniz direkt telefona gider. Buzdolabının üzerindeki magnetlerden bugün ne yesem diye bakınırsınız. Her gün önünüze hazır yemek gelmesi, bulaşık derdinin olmaması güzel şey tabii. Ancak, belli bir zaman sonra ev yemeklerine olan özleminiz artıyor. Her ne kadar 'fast food gençliği' olsak da ev yemeği olmadan olmaz. Sonuçta ev yemeği denen olay yemek kültürümüzde var ve yemek alışkanlıkları kolay kolay değişmez. Hal böyle olunca ev yemeği yapan yerlerin de sayısı artmaya başladı. Sevgi Kaya Gönül Abla isimli küçük bir lokantanın sahibi. Kendisi bulunduğu çevrede oldukça popüler. Komşuları evde pişirmek yerine, özel istekte bulunup canlarının çektiği yemeği yaptırıyorlar.
  Sevgi Kaya ile mesleği üzerine yaptığımız röportajı aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz.